BİRLEŞİK ÇOĞUL KRİZLER Sermayenin Egemenliğinden Yaşamın Yıkımına

kapak_720
Üretici Kolektif

Dünya genelinde içsel olarak bağlantılı “çoklu krizler”in yaşandığı bir dönemden geçiyoruz... Artı-değer yani fark yaratma süreci üzerinden başkalaşımlar geçirerek varlığını sürdüren
kapitalist işleyiş toplum ve doğanın bedeninde daha yoğun tahribatlara yol açarak yeni değer
lenme alanlarına yöneliyor, yani manevra yeteneği ölçüsünde birleşik çoğul krizlere neden
oluyor... Bu derleme, çoklu krizlerin “tesadüfı” değil, kapitalist üretim ve birikimin işleyişin
den kaynaklandığını göstermeyi amaçlıyor. Birleşik çoklu krizler ise, işleyişten etkilenen ama
kendi farklılıkları ölçüsünde etkilenenler için farklılıklarını göz önüne alan birleşik mücadele
ortamları yaratmayı güncel kılıyor..
Satış fiyatı 500,00 TL
Taban fiyat750,00 TL
İndirim-250,00 TL
Fiyat / kg:


0,00 TL için Kargo kargosu ile

Preloader

İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER

Önsöz / Sinan Araman-Fuat Ercan

Fotoğrafın öyküsü:    “O an’dan öğrendiklerimiz”/ Seda Elhan

Krizden çıkma yolları: Neoliberalizm-yeni muhafazakârlık “sembiyozu”/ Sibel Özbudun

Kriz ve kadınlar: Bilimsel bir çerçeve için ipuçları/ Ebru Pektaş

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin mitsel kökenleri/ Atiye Kalkan

Kapitalizm, ekolojik yıkım, iklim krizi/ Fikret Başkaya

Doğa ile yabancılaşan/yabancılaştıran kapitalist işleyiş ve ekolojik kriz/ Derya İnce

Suyun gasbı: Su krizinin politik ekolojisi/ Cemil Aksu

Endüstriyel tarımın ekosistem üzerinde yarattığı tahribat ve Türkiye örneği/ Ecehan Balta

Hâkim üretim ilişkileri ile türcülüğün kesişiminde bir yaşam krizi:Endüstriyel hayvancılık/ Zelal Beyaz Karçal

Krizin sağlıksız halleri/ Mehmet Zencir

Toplumsal ve bireysel krizler/ Mehmet Yeşiltepe

Neoliberalizmin hâkim öznellik biçimi olarak sapkınlık!/ Erdoğan Özmen

Kapitalist üretim ve bilim ilişkisinin krize yazgılı tabiatı üzerine bir değerlendirme/ Aytül Fırat

Sanatın görünmeyen krizleri/ Begüm Kösemen

Endüstri 4.0: Gerçeklik, strateji ve ütopya/ Arif Koşar

Sermaye birikiminin krizini “kalkınma” kavramı üzerinden anlamak/ Mehmet Türkay

Yorulan zaman kuşunun Türkiye üzerine düşüşü (An ve zaman üzerinden kriz analizine giriş)/ Fuat Ercan

Sürdürülemez kapitalizm: Kriz, savaş ve dünya hâl(ler)i/ Temel Demirer

Sermaye birikimi ve göç ilişkisinde göreli artık nüfusun önemi/ İdris Akkuzu

Avrupa Birliği-Türkiye Mutabakatı’nın göçmen kaçakçıları üzerindeki etkisi/ Çağdaş Müftüoğlu

Marksist kriz teorisi ve kapitalizmin krizleri/ Yılmaz Aydın

Borçlanmanın ekonomi politiği üzerine/ Parla Onuk

Kapitalizmin kıskacında barınma hakkı ve konut krizi/ Sinan Araman

Birleşik çoğul krizler: Karanlık odada olmayan kedi ile olan fili tanımlayamama üzerine fragmanlar/ Fuat Ercan

ÖNSÖZ

ÖNSÖZ

 

Kapitalist üretim ilişkilerinin yaşamın her alanında üstümüze yığdığı birleşik çoğul krizleri ilişkisel temelde anlamaya ve açıklamaya çalışan derleme niteliğindeki bu çalışmamız ekolojiden ekonomiye, tarımdan hayvancılığa, bilimden sanata, sağlıktan barınma sorununa, toplumsal cinsiyetten birey oluşa vd. yaşamın pek çok alanına uzanan kriz temalı metinleri bir araya getiriyor. Başlıca amacımız, çoklu krizlerin “tesadüfi” değil, kapitalist üretim ve birikimin işleyişinden kaynaklandığını göstermektir...

Çoklu krizler kavramı, ana akım literatürde işleyişi gizlediği ölçüde artan oranda kabul görmeye başladı; ancak kavram, işleyişin yarattığı yıkımı ifade ettiği ölçüde de hakikati ele vermektedir. Evet, “tek bir nedene indirgenmeye meydan okuyan dünya ölçeğinde içsel olarak bağlantılı sosyo-ekonomik, ekolojik ve kültürel-kurumsal krizlerin iç içe geçtiği bir olgudan” bahsediyoruz ve kapitalizm, artı-değer yani fark yaratma süreci üzerinden katman katman cehennemler yaratarak yol alıyor. Başkalaşımlar geçirerek varlığını sürdüren işleyişin toplum ve doğanın bedeninde açtığı tahribat kapitalizmin sonunu getirmediği ölçüde de yeni değerlenme alanlarına yöneliyor, yani manevra yeteneği ölçüsünde birleşik çoğul krizlere neden oluyor.

Evet, konumuz kriz ya da krizler, ama kapitalizmde kriz ya da tarihsel ve toplumsal bir üretim/ilişki biçimi olarak kapitalizmin birleşik çoğul krizleri. Kendisini önceleyen toplumun bedeninden beslenerek toplumun tüm hücrelerine sirayet eden bir metabolizma olarak kapitalizm. Ulusal sınırlar (ulusal pazar) içinde başlayan yoğunlaşarak derinleşen ve daha ilk oluş halinde tüm dünyayı kendi bedeninin parçasına çeviren bir işleyiş. Sürekli dönüşümler (metamorfozlar) ile kendini yeniden üreten işleyişin temel belirleyeni ise sermaye birikimi. Ulus devlet ile gerilimli bir ilişki içinde hareket ederek çok sayıda değişkeni içeren sermaye birikim süreçlerinin nihai amacı üretim sürecinde artı-değer koşullarını sağlamaktır. Bu metabolizma için ilk elden artı-değer koşullarının yaratılması gerekiyor. Biçimsel ve değer değişikliği dediğimiz bu süreç üretim ve dolaşım alanlarının çelişkili birliğini içeriyor. Biçimsel değişimin ilk durağında yani ilk dönüşüm sürecinde emek-gücünün, paranın, metaların, hammaddelerin bir araya getirilmesi gerekiyor. Bir dizi alım satımın gerçekleştiği bu evrede ilk biçimsel dönüşüm (metamorfoz) sürecini (doğadan çekilip alınan girdilere, emekten çekip alınan enerji emek-gücüne, eldeki paranın bu değişkenleri bir araya getirdiği için sermayeye dönüşmesi gibi) bir başka dönüşüm süreci izliyor. Gerçek metamorfoz dediğimiz bu dönüşüm evresinde yeni bir ürün /ihtiyaç ve yeni ürünle birlikte artı-değeri içeren bir değerin üretilmesi sağlanıyor. Bu değer değişikliği/dönüşümü sonucu olan ürünler ve onlara içkin, karşılığı ödenmemiş emekle biriken meta biçiminde cisimleşen bu sermayenin yeniden bir dönüşümden geçirilmesi gerekiyor. Yani, K. Marx’ın metaların ölüm perendesi olarak tanımladığı metaların dolaşım alanına özgün bu dönüşüm sürecinde ise artı-değeri de içeren birikmiş emeğin para sermayeye dönüşümü gerçekleşiyor. O halde doğal olarak yaşadığımız krizlerin öncelikle bu metamorfozlar içinde aranması gerekiyor, ama nerede?

Ne yazık ki anaakım düşünce okullarının varsayımlarıyla düşünmekte ısrar eden “sermayenin organik aydınları” krizleri tarihsel ve toplumsal kısıtlarını aşma yönünde farklılaşarak işleyişini sürdürmeye çalışan kapitalizmin yeniden üretim ve birikim döngülerinin dışında aramaya devam ediyorlar. Oysaki kapitalist üretim sürecinde sermayenin geçirdiği metamorfozlar sonucunda yaratılan ek sermaye sadece ek bir sermaye olmanın ötesinde toplumun bedenini zamanla (yeniden yatırımla başlayan yeni döngü ile) içeren kötücül etkiler taşımaktadır. Kriz(ler) birikim alanından toplumsal olana doğru yayılıp çoğalarak bedeni bir yara gibi sarıyor. Toplumsal ilişkileri ve doğayı zamanla artan oranda meta ilişkilerine tabi kılarak sermaye birikimini sürdürmeye çalışan kapitalist üretimin metamorfik dönüşüm süreçleri birincil ve ikincil doğamızı oldukça farklı ve birleşik çoğul krizler biçiminde etkilediği bir aşamadayız artık. Kapitalist işleyiş, beslendiği karşılığı ödenmeyen toplumsal emeği daha fazla kontrol altına almak ve sömürmek, insan-dışı yaşam ortamından daha fazla girdi ve yatırım alanı olarak gördüğü ölçüde ekolojik yıkım ve görünmez kadın emeği kontrol altına alınması anlamında erkek egemen toplumun daha da derinleşip, güçlenmesine neden oluyor...

Sermaye birikiminin sürdürülmesi amacıyla yaratılan artı-değerin bir fark olarak belirleyici olduğunu söylediğimiz zaman farkın yaratılma koşulları anlamında bir “birleşiklikten” bahsediyoruz. Yaratılan her artı-değer (fark) ancak toplumsal yaşamın içinde, farklı uğraklardan başkalaşımlar gerçekleştirdikçe zamanla “yörüngesini” de genişletiyor. Sermaye ve ulus devletin zaman içinde değişen kendi içinde de çelişkili olan ittifakları insan, kadın, emek-gücü ve doğa için zaman içinde farklılaşarak çoğalan yıkımlara, krizlere neden oluyor. Krizlerin çözümü sermaye açısından zorlaştığı dönemlerde ve ölçülerde ise farklılık yaratarak genişleyen sistemin yeniden üretimini sağlamak için faşizme özgü uygulamalar devreye giriyor. Devreye girdiği ölçüde de sermaye ve ulus devletin krizlerin çözümü adına emekçiler, doğa ve kadınlar üzerinde olan yıkıcı etkileri daha da derinleşip çeşitleniyor...

Sermaye birikiminin temel koşulu olarak artı-değer (sömürü) üretimini verili ortam üzerine yönelik bir müdahale ve fark olarak analiz ettiğimizde, zamana yayılan her müdahale (fark) emek-gücünün sömürüsü ile toplumsal olanın ve insan dışı ortamın tahribine yol açıyor. Kapitalist toplumsal ilişkilerin ve üretim tarzının neden olduğu toplumsal sorunlarla birlikte kaçınılmaz olarak yol açtığı birleşik çoğul krizlerin oluşum süreçlerine ya da kaynağına inerek anlama/açıklama çabası bizi böylesi bir çalışmaya sürükleyen başlıca motivasyon gücü oldu! Ne pahasına mal olursa olsun sürekli şekilde ekonomik büyümeye ve kâr elde ederek birikim sağlamaya yönelik toplumsal üretim ve sermayenin güdümlediği şuursuz bir tüketime dayalı yaşam tarzıyla burjuvazinin eseri olan yaşadığımız dünya her alanda çok katmanlı krizler biçiminde yeryüzündeki tüm insan ve insan dışı yaşamın üzerine çökerek tehdit etmektedir!

Kapitalizmin krizi ya da krizleri, orada işaret edeceğimiz mutlak süregelen mekanik bir durum değildir. Keşke öyle olsaydı! Ki, o zaman analizi daha kolay ve hastalık olarak düşüneceğimiz müdahalelerin önünü alacak mücadelemiz daha kolay olurdu. Ancak, kapitalist işleyişin doğası/mantığı bizzat böylesi bir yaklaşımı geçersiz kılıyor. Kapitalist üretim tarzının ve yarattığı sistemin çarklarının işlemesi gelişen teknoloji, robotlar ve yapay zekaya rağmen sömürü ve birikim için daha fazla toplumsal mesai ile insan emeğine, aşırı üretimle birlikte bir yanda bilinçsiz, aşırı/gereksiz bir tüketime öte yandan işsizliğe, açlığa ve sefalete yol açıyor. Ekolojik dengeyi sarsmak pahasına da olsa daha fazla doğa sömürüsüne ihtiyaç duyuyor. Kapitalist üretim tarzının başlıca faktör olarak rol oynadığı küresel ısınma ve ekolojik yıkımlar, ekonomik ve toplumsal çöküşler, yerel ve bölgesel savaşlar, açlık, yoksulluk, işsizlik, evsizlik, toplumsal ve bireysel bunalımlar, vd. Ve nokta nokta. İşte kapitalizm ve kriz konusunu bir derlemeye sıkıştırmanın zorluğu tam da burada yatıyor.

Kapitalist üretim tarzının zaman içinde yarattığı her farklılık yaşam ortamını tahrip ediyor. Günümüzde yaşamın neredeyse her alanında karşılaştığımız krizler kapitalist işleyişin zaman içinde yarattığı yıkımlar ve felaketler olmasına rağmen, anaakım akademik çevrelerde negatif şokların bir sonucu ve çözümü sistem içinde mümkün olan doğal/kendiliğinden oluşan süreçler ya da birbirinden bağımsız olgularmış gibi ele alınarak topluma lanse ediliyor. Dahası, bu kriz ve yıkımlar sermaye sınıfınca “sürdürülebilir ekonomi”, “yeşil sürdürülebilirlik” vb. argümanlarla ele alınıp yeni sömürü ve birikim fırsatları yaratma yönünde kullanılıyor. Böylece “kıt kaynaklar”ın “sonsuz ihtiyaçları” karşılaması amentüsüyle “yeni” metalaşma ve yeniden birikim süreçleri harekete geçiriliyor. Ve böylece, kıyasıya bir rekabet ortamında sömürü, kâr ve birikim vb. amaçlarla insana ve doğaya karşı çalışarak işleyen kapitalist metabolizma ve mekanizmaların ana arterlerine dokunulmadan sisteme istikrar aranıyor.

Oysaki tüm vahşetiyle maruz kaldığımız bu tablo kapitalist metabolizma ve mekanizmaların yoğunlaşmış ve üst üste binmiş krizleridir! Yani birleşik çoğul krizler! Bu krizlerin neden olduğu büyük yıkımlar yaşamın her alanında “kıyamet alametleri” gibi üzerimize çökerken küresel sermayeyi kontrol eden güçler ise “bizden sonrası tufan” zihniyetiyle gezegenin son anına dek saltanat sürme hevesi içindedir. Küresel ısınmaya karşı hazırlanan Kyoto Protokolü (1997), Paris İklim Anlaşması (2016) gibi uluslararası sözleşmelere imza atma ve uygulama konusunda başta ABD olmak üzere çok sayıda sanayileşmiş ülke tarafından direnç gösterilmesi tavrından görüldüğü gibi, tüm vahşetiyle son dönemde tanıklık ettiğimiz küresel güçlerin vekaletinde yaşanan bölgesel/yerel çatışma ve savaş süreçlerinde (Irak, Suriye, Ukrayna, Rusya, Filistin, İran, İsrail, Pakistan vd.) kullanılan silahlarla kentlerin yerle bir edilerek sivil, kadın, çocuk yüzbinlerce insanın yaşamına son verilmesi, nükleer silahların her an kullanıma hazır bir tehdit unsuru olarak masaya sürülmesi sermayeyi kontrol eden yerel ve küresel güçlerin doğaya ve topluma yani bir bütün olarak yaşama karşı egoist ve düşmanca tutumunun en bariz örnekleridir!

Sermaye birikim süreçlerindeki temel çelişkilerin bir ürünü olarak yaşanan krizleri ele alıp çözümlemek kriz türleriyle birlikte bir bütün olarak kapitalist üretim tarzını aşma çabasının bir bileşeni olduğu ölçüde anlamlıdır. Böylesi bir yaklaşım ise eleştirel duygulanımı içeren bilimsel çalışmanın temel sorumluluğudur. Bu sorumluluğun bir gereği olarak bu çalışma ortaya çıkmıştır. Onun içindir ki bu kitabı hazırlama fikri oluştuğunda kendilerini doğaya, tarihe ve topluma karşı sorumlu hissederek düşünen ve yazan çok sayıda yazar ve akademisyen büyük bir memnuniyetle katkı sunmayı kabul etti. Böylelikle bu derlemede, ekoloji, ekonomi, tarım, sağlık, kültür vb. her alanda ele alınan kriz türlerinin kapitalist üretim ilişkileri ile olan bağlantıları ele alınarak, bir başka ifadeyle bu kriz türleri kapitalizme özgü temel nedenlerine inilerek ortaya konulması hedeflendi. Makalelerin içeriğine gelecek olursak.

Devletin/iktidarın ideolojik ve baskı aygıtı üzerinden hızlandırdığı sermaye birikim süreci ülkenin dört bir yanında yıkımlara yol açtığı ölçüde mücadele/dayanışmaların da varlığına neden oluyor. Yıkım ve mücadelenin yoğunlaştığı Muğla Akbelen’de bir direniş ve mücadele anına objektifini tutan Seda Elhan’ın yakaladığı fotoğraf doğa, insan, yaşam ilişkisi ve daha pek çok şey üzerine yaptığı çağrışımlarla özelde fotoğraf sanatının genelde de sanatsal/estetik üretimin etkileyici ve güzel bir örneğini sunuyor. Yıkıma karşı ağaca sarılan Zehra Nine’nin direngen anını ölümsüz kılan tiyatro sanatçısı/aktivist Seda Elhan’a teşekkür ederiz. Çalışmamızın kapağı için fotoğrafın öyküsünü kaleme almasını istedik. Elhan, çekmiş olduğu bu fotoğraf ve onun öyküsüyle derlememize direnişin estetik ruhunu kattı.

Pek çok toplumsal sorunun kriz başlığıyla sunulduğu günümüz dünyasında en ön sıralarda yer alan gündemler arasında ne acıdır ki toplumsal cinsiyet yer almaya devam ediyor. Zira sorun çok derin ve köklü bir geçmişe sahip. Antik dönemin esirler dünyasından kapitalist üretimin özgür kölelerine değin özel mülkiyet sisteminin erkek dünyası kadınlar için hiçbir zaman tekin bir yer olmadı. Kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu sermayenin dünyasında ise emekçi kadınlarla toplumda ötekileştirilen cinsiyetlere mensup toplumsal kesimlerin mücadelesinin bir ürünü olarak tüm cinsiyetlerin eşit haklara sahip olmasına dair çok sayıda uluslararası ve ulusal yasal/anayasal düzenlemeye rağmen ataerkil (patriarkal) mirası devralan kapitalist üretim ilişkileri erkek egemenliğini yeniden ve yeniden üretiyor. Günümüz burjuva dünyasında halen fırsat eşitsizliği ve ucuz işgücü olarak aşırı sömürüye maruz kalan kadın emeği kapitalizmin vazgeçilmezleri arasında yer almaya devam ediyor. Dahası, toplumsal yeniden üretimin her alanında toplumsal cinsiyetin açık ya da örtük “erkek” dünyası kodlarının ortak “kölesi” muamelesi ve “istismarı” eşliğinde yaşamını sürdürmek zorunda kalan kadınlar, Türkiye’de başta olmak üzere dünyanın çok pek çok ülkesinde eril kültürün yol açtığı baskı, şiddet ve katliam denilebilecek düzeyde cinayet vakalarına maruz kalmaktadır. Bu derlemede böylesi bir tablonun nasıl ve neden ortaya çıktığını güncel ve tarihsel boyutlarıyla ele alan üç makale yer aldı. Birbirini tamamlayan nitelikteki bu üç makalenin ilkinde toplumsal cinsiyet krizini neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlığın sembiyotik bir şekilde iç içe geçtiğine dikkat çeken Sibel Özbudun neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlığı bir madalyonun iki yüzü olarak açıklıyor. Kapitalist sistemin yapısal krizlerini aşabilmek için “icat ettiği” neoliberal yönelişle geçmişteki sınıf mücadelelerinin kazanımlarını emekçilerin elinden alıp sermayeye transfer ettiğini vurgulayan Özbudun, kapitalizmin yarattığı yıkımı telafi edebilmek için bir kez daha ataerkine sarıldığını belirtiyor. Din, milliyetçilik, maneviyatçılık, kültüralizm, ahlâkçılık, yerelcilik, gelenekçilik, ataerki vb. bir dizi “muğlak” değerden beslenen neoliberalizm ile yeni-muhafazakâr sembiyotiğin pek çok ülkede yeni sağın, neo-faşist parti ve hareketlerin yükselişine zemin sunduğuna işaret eden Özbudun, AKP Türkiye’sini neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlık sembiyozunun yetkin bir örneği olarak gösteriyor. Sermayenin çıkarlarına göre şekillenen neoliberal hegemonyanın en çok da kadınları ve anti gender hareketleri baskıladığına işaret eden Ebru Pektaş bu hareketlerin tarihsel gelişimine dair bilgiler eşliğinde Kriz ve Kadınlar konusunda Bütünsel Bir Çerçeve’nin İpuçları’nı sunarken Atiye Kalkan ise mitolojideki kadın algısının antikçağdan günümüz modern dünyasına intikal etmesinin evrimleşme sürecini ele alıyor...

Kapitalist üretim tarzının gelinen noktada kriz olarak kendini açığa çıkardığı en kritik alanların başında ekolojik yıkımlar yer almaktadır. Aşırı sıcaklar, ormansızlaşma, kuraklık, tatlı su kaynakları başta olmak üzere doğal kaynakların yağmalanarak tüketilmesi vd. sonuçlarla ekolojik tahribat ve yıkım olağanüstü boyutlarda yaşanmaktadır. Dünyanın dört bir yanında yangınlar, seller, fırtınalar, salgın hastalıklar vb. küresel ısınmanın sonucu olan felaketler binlerce insan, hayvan ve bitki türünün yaşamına son vermektedir. Sermayenin kâr ve birikim hırsı, kapitalist üretim ve yaşam tarzı, sanayi ve tarımsal sektördeki endüstriyel üretim biçimleri ekolojik çöküşlerin başlıca nedeni olmasına karşın piyasaların güdümündeki bilim camiasının “seçkin” üyeleri ve sermaye sınıfı endüstriyel üretim ve kapitalist rekabetin yıkımlara neden olan doğasına dokunmadan ekolojik sorunlara çözüm olarak “yeşil kapitalizm” fikriyle “çevre dostu” ürünleri piyasalara sürmektedir. Ebette ki her türden toplumsal üretim süreci ve ürün çevre dostu olmalıdır ancak, “çevre dostu yeşil ürünler” piyasasına rağmen kapitalist üretim ilişkileri aşılmadıkça ekolojik yıkım kaçınılmazdır. Ondan dolayı bu kitapta kapitalizmin her biçiminin neden ve nasıl doğal ve toplumsal yıkımları kaçınılmaz kıldığına dair konuya doğrudan temas eden iki makale yer aldı. Söz konusu makalelerden ilki Fikret Başkaya hocamıza ait. Başkaya, tüm boyutlarıyla ekolojik krizin kapitalizmin temel eğilimleri ve dinamiklerinin doğrudan bir sonucu olduğunu belirtiyor. Tüm sosyal sorunların olduğu gibi ekolojik yıkım ve iklim krizinin de başlıca sorumlusunun kapitalizm olduğunu vurgulayan Başkaya, içinde bulunduğumuz süreci krizin ötesinde bir çöküş ya da “uygarlık krizi” olarak niteliyor. Konuyla ilgili bir makale hazırlayan bir diğer yazarımız Derya İnce. Çalışmasında “doğa ile yabancılaşan, aynı zamanda yabancılaştıran faaliyetlerin yarattığı ekolojik tahribatı” kapitalist işleyişin “insan-insan”, “insan-doğa” ilişkisi temelinde merceğe alan İnce, sermaye ve devletin bu tahribata zor ve rızaya dayalı çeşitli yöntemlerle toplumu da alet ettiğine dikkat çekiyor. Bu iki makaleyi tamamlayacak nitelikte bir diğer makale ise yazarımız Cemil Aksu’ya ait. Aksu, endüstriyel tarım ve sanayinin neden olduğu “su kıtlığı”nın temellerinin esasen sermayenin su kaynaklarını kâr ve birikim hırsı uğruna şuursuzca yağmalamasından ve tüm canlıların yaşam kaynağı olan suyu metalaştırmak girişimlerinden kaynaklandığını belirtiyor. Aksu ayrıca, “su krizi” kavramının sermaye tarafından suyun yağmalanarak metalaştırılmasının bir argümanı olarak kullanıldığına dikkat çekiyor...

Kapitalist üretim ilişkileri toplumsal yapıyı kentleşme ve sanayileşme yönünde değiştirip tarımsal üretimde büyük verimlilik artışına olanak sağlamış olmasına karşın sermaye birikimi amacıyla gerçekleşen endüstriyel nitelikteki kapitalist tarım sermayenin boyunduruğu altında toprağı, havayı ve suyu zehirliyor. Toprağın verimliliğinin azalması, erozyon, çevre kirliliği, biyoçeşitliliğin azalması, su kaynaklarının tükenmesi, besin sağlığı ve gıda krizleri, salgın hastalıklar vb. sorunlar endüstriyel tarımın kaçınılmaz sonuçları arasında yer alıyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimiyle birlikte tarımsal üretimdeki endüstriyel dönüşümün yol açtığı ekolojik ve toplumsal tahribatlar bu kitapta Ecehan Balta tarafından kaleme alındı. Endüstriyel tarımının gıda tedarik zincirinin tüm aşamalarının metalaştırdığını belirten Balta, uluslararası tekellerin kâr ve birikim hırsı tarafından şekillendirilen bu tarım modelinin makineleşme (mekanizasyon), kimyasal gübreler, tarım ilaçları, genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO’lar) ve sulama sistemlerini ekolojik ve toplumsal sonuçlarını umursamadan kullandığını vurguluyor. Ayrıca, endüstriyel tarımın kuşatmacı ve eril olduğuna dikkat çeken Balta, dünya sisteminin işlev, süreç ve dinamiklerinin doğanın üzerindeki egemenliğini günden güne artıran kapitalizm tarafından ve kâr elde etmek amacıyla belirlendiğini hatırlatarak bu durumun gezegenin daha önceki doğal ekolojik kriz döngülerinden farklı olarak, sermaye yapımı yeni bir (altıncı) ekolojik krize neden olduğunu aktarıyor. Türkiye’de endüstriyel tarımın gelişimini tarımsal yapıdaki dönüşümle birlikte ayrıntılı bir şekilde açıklayan Balta, ekolojik tahribata neden olan her şeyin kapitalizmle birlikte ortadan kaldırılmasının zorunlu olduğunu belirtiyor...

Bu çalışmanın özgün makalelerinden bir diğeri Zelal Beyaz Karçal tarafından kaleme alındı. Karçal, insan türünün hayvan türleri üzerindeki sömürü ve tahakküm ilişkisinin yol açtığı sonuçlara ışık tutuyor. Toplumun sınıfsal temelde ayrışması süreciyle insanın hayvan üzerindeki tahakküm ve sömürü ilişkisinin türcü ideolojik bir bakışla sistematikleştiğini belirten Karçal, kapitalizmin türcülüğün en yüksek aşaması olduğunu vurguluyor. Endüstriyel üretim yöntemleriyle kapitalizmin hayvan türlerini acımasız ve vahşi bir sömürüye tabi tutarak onları sermaye birikim nesnesine indirgediğini, hayvan sömürüsünü yoğunlaştırıp çeşitlendirdiğini vurgulayan Karçal, hayvan türleri üzerindeki tahakküm ve sömürünün boyutlarını “hâkim üretim ilişkileri ile türcülüğün kesişiminde bir yaşam krizi” olarak niteliyor. Karçal, kapitalizmin kültürel hegemonyası altında şekillenen doğa algısının değiştirilmeden ne insanların ne de hayvan türlerinin özgürleşmesinin mümkün olamayacağına dikkat çekiyor.

Kapitalist üretim tarzının kriz yarattığı önemli başlıklardan bir diğeri ise sağlık sorunudur. Sermayenin sınırsız büyüme arzusu doğanın yıkımı eşliğinde insan sağlığıyla birlikte tüm canlı yaşamı tehdit ederken tıp alanındaki bilimsel ilerlemeler ve tedavi yöntemlerine dair aralıksız devam eden devrim niteliğindeki gelişmelere rağmen toplumsal yaşamı tehdit eden salgın hastalıklar ile çok sayıda sağlık sorununu çözme noktasında sağlık sistemleri aciz kalmakta ve kendi içinde farklı türden krizler yaşamaktadır. Domuz Gribi, Kuş Gribi, CERS, MERS, Ebola vb. küresel ölçekte salgın hastalıklar Covid 19 Pandemisi örneğinde görüldüğü gibi kapitalist üretim tarzının yapılandırdığı ekolojik ve toplumsal ortam nedeniyle tüm dünyada toplumsal yaşam büyük sağlık sorunlarıyla karşı karşıyadır. Yaşanan büyük toplumsal ve ekolojik yıkımlara rağmen kapitalist devletlerin sağlık sistemleri ve ilaç sanayi, sermayenin güdümü altında kâr ve birikim amacı doğrultusunda dönüşüme tabi tutulmaktadır. Toplumsal sağlığı büyük oranda finansal bir sorun olarak ele alan kapitalizmin mantığı sağlık hizmetlerinin artan oranda özelleştirilmesini, metalaştırılmasını ve ticarileşmesini çözüm olarak sunmaktadır... Sağlık alanında ne gibi gelişmeler oluyor ve bunlar neye/kime hizmet ediyor, sağlık sistemleri nasıl çalışıyor ve bu sistemde ne gibi krizler yaşanıyor? İşte bu vb. soruların yanıtları sağlığın kapitalist üretim tarzı olan içsel bağlantılarıyla birlikte Mehmet Zencir tarafından ele alındı. Sağlık sisteminin halihazırdaki yapılanışı ve işleyiş mantığını oldukça kapsamlı bir şekilde alan Zencir, sağlık çalışanlarının işine yabancılaştıran bu sistemin hastalıkların önüne geçilebilir bir sağlık ortamı ve sistemi kurma yerine yaşayan her insanı potansiyel bir hasta ve müşteri görerek sermaye birikiminin bir nesnesi olarak ele aldığına işaret ediyor. Ayrıca, sermayenin güdümünde mevcut sağlık sisteminin toplumsal ve ekolojik ortamın sürekli bir şekilde ürettiği bu hastalıkların önüne geçmeye yönelik sağlık hizmetlerine önem vermek yerine tedavi yöntemleri üzerinde yoğunlaşmayı tercih ettiğine dikkat çekiyor...

Kapitalist üretim tarzı insanı emeğinin ürününe, doğaya, işine, kendisine ve “öteki” insanlara yabancı kılarak işliyor. Böylesi bir sosyal ilişki biçimi ise doğada derin yarıklar açarak ilerlerken, toplumsal psikolojide ve bireylerin ruhsal durumunda derin tahribatlara neden oluyor. Dolayısıyla bu derlemede kapitalist üretim ilişkileri ve krizlerin birey ve toplum psikolojisi üzerinde yol açtığı tahribatlara değinilmeseydi önemli bir eksiklik olurdu. Bu konuda kitapta birbirini tamamlayan nitelikte iki makale yer aldı. Makalelerden biri Erdoğan Özmen’e ait. Özmen, sermayenin tahakkümü altında toplumsal çürüme ve yozlaşmanın arttığını belirterek geç kapitalizmin hakim öznellik biçimi olarak sapıklığın sıradanlaştığına dikkat çekiyor. 1970’lerden bu yana kapitalizmin geçirdiği neoliberal dönüşümün birey ve toplum psikolojisi üzerinde yarattığı tahribatları kaleme alan Özmen, otoriter lider ve neofaşist iktidarların böylesi bir ortamdan türeyerek güç aldığını hatırlatıyor... Bu konudaki diğer makale ise Mehmet Yeşiltepe’ye ait. Dünyanın bugünkü görünümünü “kötücül bir ressamın elinden çıkmış bir dehşet tablosuna” benzeten Yeşiltepe, neoliberal kapitalizmin zirveye çıkardığı toplumsal ve bireysel krizlere insanın anlam arayışı ve Marx’ın yabancılaşma teorisi perspektifinden ışık tutuyor. Tekelci kapitalizmin bunalımı yapısal bir nitelik haline getirdiğini, bunun aynı zamanda siyasal gericilik ve toplumsal çöküntü anlamına geldiğini belirten Yeşiltepe, neoliberalizm ve ekonomik krizlerle sermayenin ufkundaki hedefin toplum ve birey üzerinde tam ve kesin hakimiyet olduğuna dikkat çekiyor. Bu durumun toplumda dağılma, çözülme, değerlerin erozyonu, yalnızlık, umutsuzluk, anlam yitimi, özgür olamama vb. biçimlerde karşılık bulduğunu belirten Yeşiltepe, sermayenin kuşatmasına karşı gündelik yaşamdaki devrimlerin önemine dikkat çekiyor. Lefebvre’ye referansla Yeşiltepe, gündelik hayatta yaşamı anlam yitimine uğratan ve sığlaştıran yabancılaşma türlerinin yaygınlığına karşı yabancılaşmanın antitezi olan özgürleşmeyi bugünü “geleceğe feda etmeden, geleceği de ‘günlük maişet derdine’ kurban etmeden” bugünden örgütlemenin olmazsa olmaz bir ihtiyaç haline geldiğini vurguluyor.

Günümüz dünyasında bilimsel, teknolojik ve sanatsal üretim daha yoğun bir şekilde sermayenin tahakkümü altındadır. Bilimsel ve sanatsal faaliyetleri karlı bir yatırım aracına dönüştüren ve bu alandaki nitelikli emeğin sonuçlarını çeşitli yöntemlerle meta biçiminde kendisine mal eden sermaye, kamu eliyle finanse edilen bilimsel ve sanatsal faaliyetleri de kendi çıkarlarına tabi kılıyor. Bilimsel faaliyetin özerkliğini, sanatsal faaliyetin özgünlüğünü/özgürlüğünü tahrip eden sermayenin boyunduruğu, bilim ve sanat alanındaki üretimlerin daha ekolojik, daha eşitlikçi ve özgür bir toplumsal yaşama hizmet etmesinin önündeki en büyük engeli teşkil ediyor. Sermayenin ve kapitalist devletlerin güdümü ve prangaları altında piyasalaşarak icra edilen bilimsel ve sanatsal üretim bilim, teknoloji, kültür ve sanat vb. alanların yaratıcı ve yapıcı potansiyeline ket vurduğu ölçüde bilimin ve sanatın krizleri anlamına gelmektedir aynı zamanda. Bunun neden ve nasıl böyle olduğu bu kitapta kapitalist üretim ve bilim ilişkisinin kapitalizmin krizleri ile olan bağlantısı üzerinden Aytül Fırat tarafından ele alınırken, içerik ve biçim açısından artan oranda piyasanın “kölesi” olan sanatsal emeğin görünmeyen krizleri ise Begüm Kösemen tarafından kaleme alınarak okurun ilgisine sunuldu. Sanayi 4.0 konsepti ile yapay zekâ ve robotların yaşamın her alanında artarak hissedilen etkisinin toplumsal sonuçları ise Arif Koşar tarafından ele alındı...

Kapitalist üretim tarzının doğayı ve toplumsal yaşamı büyük yıkımların eşiğine sürüklemesinde “ilerleme” ve “kalkınma” kavramlarının tılsımlı bir etkisi oldu ve oluyor. Mehmet Türkay hocamız bu kavramların tarihsel serüveni üzerinden sermaye birikiminin krizlerine ayna tuttu. Krizlerin kapitalizme içkin olduğunu ve yaşanan süreçleri yönlendirdiğini belirten Türkay, kapitalist ilişkilerin gelişmesi döneminde “ilerleme” kavramının burjuvazinin aristokrasi ile yaşadığı krizi kendi lehine meşrulaştırdığını, fetişik karakteri ile “kalkınma” kavramının ise sermayenin işçi sınıfı ile yaşadığı krizi sermaye lehine meşrulaştırmaya hizmet ettiğine dikkat çekiyor. Kalkınma kavramının sermayenin küresel ölçekteki birikim ihtiyaçlarına ve konjonktüre uygun olarak özellikle 2. Dünya Savaşı ardından geliştirildiğini hatırlatan Türkay, sürekli büyüme kültüyle birlikte kalkınmanın krizinin de esas olarak kapitalizmin krizi olduğunu belirtiyor. Türkay, kapitalist üretimin neden olduğu krizlerin ise esas olarak “hayatın krizi” olduğunu vurguluyor...

Kapitalizmin çoğul krizlerini içsel ilişkiler temelinde bütünsel bir perspektiften ele alan Fuat Ercan bu çalışmaya birbiriyle ilişkili ve tamamlayıcı nitelikte iki makale ile katkıda bulundu. Ercan, Yorulan Zaman Kuşunun Türkiye Üzerine Düşüşü başlıklı bu metinlerin ilkinde kapitalizmin krizlerinin “an” ve “zaman” arasındaki içsel bağlantılardan yoksun olarak ele alınmasının yol açtığı yanılgılara dikkat çekiyor ve devamla “an” ve “zaman” arasındaki bağlantılar ışığında Türkiye kapitalizminin krizlerine ayna tutuyor. Ercan’ın ikinci makalesinde ise kriz konusunun krizler olarak çoğaldığı gerçeğinden hareketle krizler arasında bağlantı kuracak bir çerçeve denemesine girişiliyor. Ekolojik kriz ve siyasal krizler (otoriterleşme, faşizm gibi) ile Marksist kriz analizleri (kâr oranlarının düşüşü, eksik tüketim krizleri gibi) arasında içsel bağlantılar kurulmaya çalışılıyor. Ulus-devlet destekli sermaye birikimine dayalı işleyişin fark (artı-değer) yaratım sürecinde birbiri ile içsel bağlantılı dönüşümlerle (metamorfozlar) kendini toplumun bedeninde inşa ettiği vurgulanıyor. Sürekli bir biçimde fark yaratmadan sermaye birikim süreci ve ulus-devlet (kapitalizm)’in ayakta kalamayacağına dikkat çekilerek zamanla yaratılan her farkın doğa ve toplumda farklılaşmalara yol açtığı ve bu değişimlerin aynı zamanda kendini çoğul biçimlerdeki krizlerle de açığa çıkarttığı ve çıkartacağı vurgulanıyor. Krizler ve bu konudaki analizler arasındaki iç bağlantıları kurmak için bir araYüze ihtiyaç duyulduğunu ısrarla belirten Ercan’ın metninde araYüz ifadesi sadece bir analiz aracı olarak ele alınmıyor, yıkıcı çıkar ittifakının bileşeni olan devlet ve sermayeye karşı mücadelenin mekanik ve mutlak bir tarzı olmadığı yönünde bir argümanı da içeriyor. Bu yüzden krize yönelik analizlerden bir dizi hatalar kataloğu çıkarılarak esnek ama merkezileşmiş çapraz ağlara dayalı mücadelenin gerekliliği savunuluyor...

Küresel kapitalizmin ekonomik, sosyal ve siyasal panoraması karardıkça kararıyor. Bu kitapta “Sürdürülemez Kapitalizm: Kriz, Savaş ve Dünya Hâl- (ler)i” başlıklı çalışmasıyla Temel Demirer hocamız bu karanlık tabloya bir perspektif sunuyor. Yoğun bir veri kullanımı eşliğinde küresel kapitalizmin neden olduğu toplumsal/sınıfsal eşitsizliklerle birlikte servetin bir avuç mutlu zenginliğin elinde birikirken Afrika başta olmak üzere dünya nüfusunun büyük bir kısmının açlık, yoksulluk, salgın hastalıklar ve ölümle boğuştuğunu gözler önüne seren Demirer, son dönemde tüm vahşetiyle tanıklık ettiğimiz kapitalist üretimin savaşlar biçiminde açığa çıkan çelişkilerini ve kapitalist devletler arasındaki rekabetin yıkıcı sonuçlarını D. Erasmus’tan çapıcı bir alıntıyla şöyle dile getiriyor: “Savaş söz konusu oldu mu, hiçbir masraftan kaçınmazlar, hiçbir sakınca önemli değildir onlar için; ister hukuk, din isterse barış çiğnensin, hatta insanlık batsın, umurlarında olmaz”. ABD’nin hegemonik kriziyle birlikte uluslararası siyasetin giderek bir jeopolitik çekişme alanına dönüşüp küresel gerilimi arttırdığını belirten Demirer, “çılgınlık sarıp sarmalıyor yerküreyi” diyerek “sürdürülemez” kapitalist sistemin bir kırılma noktasında olduğuna dikkat çekiyor...

İnsanlık binlerce yıl öncesinden yerleşik hayata geçmeyi başarmış olmasına karşın antik çağlardan orta çağa, orta çağdan modern çağlara aralıksız bir şekilde göç ediyor. Son dönemde yoğunlaşan ekonomik krizler, ekolojik yıkımlar ve savaşlar eşliğinde bir kez daha büyük bir göç dalgasına tanıklık ediyoruz. Kapitalizme özgü çelişki ve çatışmaların yol açtığı yıkımlar ve toplumsal sorunlar nedeniyle göç eden insan toplulukları gittikleri yerlerde daha adil, özgür ve onurlu bir yaşam arıyor... Yol açtığı toplumsal ve ekolojik sorunlar ve yıkımlar nedeniyle kapitalist üretim tarzı toplumsal göçlerin bizzat kaynağı olmasına karşın kapitalist sistemin taşıyıcısı olan ekonomik ve siyasal güçler toplumsal göçleri bir yandan sermaye birikimi için daha ucuz bir işgücü kaynağı olarak bir fırsata dönüştürürken öte yandan emekçi sınıflar içinde ektikleri “nefret tohumları” ile onları bölerek/ayrıştırarak baskıcı/otoriter ve faşizan bir yönetim tarzının bir aracı olarak kullanıyor... Bu kitaptaki çalışmasıyla İdris Akkuzu, günümüzde “göç krizi” başlığıyla ele alınan bu olgunun ve kapitalizmdeki göç hareketlerinin esas kaynağına ışık tutuyor. Kapitalizm ve göç olgusu arasındaki ilişkinin yapısal ve sistemik esasları ile kapitalizmin neoliberal dönemdeki göç hareketini mercek altına alan Akkuzu, kapitalizm ve göç olgusu arasındaki ilişkiyi “göreli artık nüfus” kavramı üzerinden analiz ediyor. Ekonomik kriz ve göç krizi şeklinde ifade edilen olguların emek açısından sınıfsal ve tarihsel anlamını ortaya koyan Akkuzu, ayrıca göçmen/mülteci konusunda doğru bir politik tutumun rotasına katkı sunuyor. Göç konusunda kitapta yer verdiğimiz diğer bir makale ise Çağdaş Müftüoğlu’na ait. Türkiye bağlamında AB–Türkiye Mutabakatı’nın göçmen kaçakçılığı üzerindeki etkisini araştıran Müftüoğlu, hükümetler ve uluslararası kuruluşlardan toplanan nicel verilerle birlikte göç konusundaki çalışmalar üzerinde yoğunlaşmış gazeteci yazar Ercüment Akdeniz ve sahada çalışmalar yapmış bir sivil toplum kuruluşu çalışanı ile derinlemesine görüşmelerden elde ettiği nitel verileri kullanıyor...

Krizlerin iktisadi ya da ekonomik doğasına gelince. Bu konuda Yılmaz Aydın, K. Marx’ın vurguladığı ve işaret ettiği noktalardan toplumsal emek sömürüsü üzerine kurulu kapitalizmin neden ve nasıl krizlere mahkûm olduğu ve sermaye birikim krizlerinin temelinde yatan çelişkilerin neler olduğunu kaleme aldı. İktisadi literatürdeki kriz analizlerinin oldukça kapsamlı bir şekilde özetlenerek sunulduğu Aydın’ın makalesinde, kapitalist üretim ilişkisinin özündeki çelişkilere inilerek sermaye birikiminin krizleri kapitalizmin küresel ölçekteki 1929, 1970’ler ve 2008 büyük krizlerini de içerecek şekilde tarihsel bir ölçekte ele alınıyor. Makalesinde krizlerin kapitalizme dışsal olduğunu savunan liberal-neoliberal iktisat kuramlarının körlüğü ile birlikte piyasaların mükemmel işlediğine dair hayali varsayımların temelsizliğine dikkat çeken Aydın, kapitalizmi ve krizlerini anlama konusunda nedenleriyle birlikte Marksist iktisat teorisinin özgünlüğünü açıklıyor...

Bilindiği gibi geç kapitalistleşen ülkelerin kapitalist üretim ilişkilerine eklemlenmesi bileşik ve eşitsiz bir şekilde gerçekleşmiştir. Erken kapitalistleşen “merkez” kapitalist ülkelerdeki aşırı biriken sermayenin ticari, para ve üretken biçimlerde tüm dünya ekonomilerini kapsaması kapitalizmin tarihi boyunca geç kapitalistleşen “çevre” ülkelerde sıklıkla borç krizlerine neden olmuş ve olmaktadır. Bu kapsamda borcun ekonomi politiğini ele alan Parla Onuk, Marksist Emperyalizm Teorileri ile Bağımlılık Yaklaşımı teorilerini merkeze alarak 19. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar kapitalizmin “merkez” ile “çevre” arasındaki asimetrik güç ilişkisinin yapısını ve ardındaki dinamikleri ortaya koyuyor. Kapitalizmin uzun tarihi boyunca borçlanmanın “çevre” ekonomilerde nasıl bir dönüşüme yol açtığını araştıran Onuk, neden olduğu ekonomik krizlerle birlikte borçlanmanın ardındaki ekonomi politik dinamiklere ışık tutuyor.

19. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılın ilk çeyreğine de emekçi sınıflar büyük barınma sorunu ile karşı karşıyadır. Yeryüzündeki konut sayısı dünyadaki tüm insanların barınma ihtiyacını karşılayacak düzeyde olmasına rağmen konutun bütünüyle meta şeklinde bir sermaye birikimi ve spekülatif bir yatırım aracına dönüştürülmesi günümüzde barınma krizinin artmasına yol açıyor. Sermayenin kâr ve birikim hırsının emekçileri sürekli bir şekilde mülksüzleştirmeye maruz bırakıp yeryüzünde yaşama hakkını dahi nasıl gasbettiklerinin hikâyesine 150 yıl öncesinden K. Marx ve F. Engels’in değinmişti. Onların örnek ve tespitleri üzerinden Sinan Araman konut sorununu tarihsel boyutlarıyla ile birlikte güncel görünümünü ele alıyor...

Kapitalizm, yaşam ortamını içerdiği ölçüde (bütün varoluşu boyunduruk altına alma çabası) beraberinde zaman içinde farklılaşan kriz değil yaşamın tüm alanlarını değdiği noktada kriz diyeceğimiz sonuçlara yol açan bir işleyiştir. Bu çalışmada kapitalizmin hasarlarının dökümünü çıkarmak istedik ama bunun mümkün olmadığını da biliyoruz. Bu yüzden bize katkıda bulunan metinlerin birbiri ile kavramsal ve dil uygunluğuna değil, ulus devlet destekli endüstriye dayalı işleyişin yarattığı yıkımları işaret etmeleri temel amaçlarımızdan biri oldu. Derlemede kapitalizm ve krize yönelik açıklamalardan herhangi birine öncelik vermediğimizi de söylememiz gerekiyor...

Krizi teorik ve güncel boyutu ile içermek oldukça zorlu bir görev ve bu yüzden her durumda eksik kalacağını, eksik kaldığını belirtmemiz gerekiyor, bu eksiklik duygusu da ele aldığımız konunun önemini de ele veriyor. Bu yüzden de birçok eleştiriye maruz kalacağının farkındayız, ama eleştirilerin kendisi aynı zamanda eksik kalanları işaret ettiği ölçüde konuya daha çok yaklaşmamızı sağlayacaktır.

Sosyal Araştırmalar Vakfımız derlememizin yayınlandığı yılda yirmi beş yaşında olacak. Çeyrek asır gönüllü bir birliktelik ile yıkım makinesi olan kapitalizme karşı metinleri kitapları dolaşıma sokuyor. Kuşkusuz üyelerin yanı sıra kitapların tümünde emeği olan sevgili Serap’ın (Korkusuz) emeğini anmadan geçmek haksızlık olur. Serap’ın yoğun emeğine dirsek teması ile katılan sevgili emekçimiz Ülkü’ye (Gündoğdu) de çokça teşekkürler.

Sermayenin boyunduruğu doğayı ve toplumu esaret altında tutarak bir bütün olarak gezegendeki canlı yaşamı tehdit etmektedir. Bununla birlikte zaman akışında açığa çıkan bir sorun yumakları biçiminde tezahür eden krizi ya da birleşik çoğul krizleri kapitalizmin mutlak temel belirleyicileri olarak gösteremeyeceğimiz gibi, işaret ettiğimiz bir krizlerin aynı zamanda kapitalizmin sonu olacağını da söyleyemeyiz. Ancak, birleşik çoklu krizler işleyişten etkilenen ama kendi farklılıkları ölçüsünde etkilenenler için farklılıklarını göz önüne alan birleşik mücadele ortamları yaratmayı güncel kılıyor. Bu yüzden de kriz konusu sadece bir durum tespiti değil aynı zamanda kapitalizme karşı mücadelenin nasıl ve kimlerle yapılması gerektiğini de gösteriyor.

Sinan Araman

Fuat Ercan

KÜNYE

SAV Sosyal Araştırmalar Vakfı

 

ISBN    978-605-9816-27-4

Sosyal Araştırmalar Vakfı 78

Sertifika No: 47097

 

Birleşik Çoğul Krizler

Sermayenin Egemenliğinden Yaşamın Yıkımına

Editörler

Sinan Araman-Fuat Ercan

 

Birinci basım: Temmuz 2025

 

Yayına hazırlayan

Serap Korkusuz

Kapak fotoğrafı

Seda Elhan 

Kapak çizimi

Sevinç Altan

Kapak uygulama

Hazal Köyel

Baskı öncesi hazırlık

Ülkü Gündoğdu

Baskı ve Cilt

Uzunist Dijital Matbaa A.Ş.

Akçaburgaz Mah. 1584 Sk. No: 21 Esenyurt/İstanbul

Tel: 0 212 945 48 42

Sertifika No: 68922

 

Fiyatı: 750 TL